Uğur Utkan
Köşe Yazarı
Uğur Utkan
 

Şehr-İ İslâmbol'un Fethi Mübarek Ola…

Mübarek ola… Ebedi vuslatın gerçekleşmesi mübarek ola… Köhnemiş Doğu Roma’nın Konstantinopolis'inden mazlumların sığınağı Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye'nin ebedi payitahtı Konstantiniyye'ye dönüşümün, Justinianos’un çan gürültüleriyle alemi sızlatan katedralinin minarelerinden yükselen ve ruhlara huzur veren Ezan-ı Muhammedi’siyle Osmanlı’nın cihana hükmetmesinin ve buna binaen Türk varlığı ve istiklâlinin de asırlarca teminatı olmuş Ayasofya-i Kebir Cami-i Şerifi Külliyesi'ne dönüşümün, “Haç”ın “Hilâl”e karşı diz çökmesinin, bir çağın kapanıp yepyeni bir çağın açılmasının sembolü olan Şehr-i İslâmbol'un fethinin 572. sene-i devriyesi mübarek ola… İki Cihan Güneşi Resûl-u Ekrem Peygamber Efendimiz Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.) muştusu olan, köhnemiş moruk Doğu Roma karanlığının yerle yeksan olup yerine bu karanlığın enkazından yolu imân, gazâ, cihad, şeriat, tasavvuf ve itikât meşalesine sarılarak ayak bastığı yerlere medeniyet, imân, adalet götürmenin davâsında olan heyecan dolu genç bir cihan imparatorluğunun dünya gücüne dönüştüğü, gemilerin karadan yürütülmesiyle dünya savaş tarihinde de yeni bir çığır açan bir tarihsel devrim olan bir hadisedir Şehr-i İslâmbol'un fethi… Bu fetih ki; siyah sakalı, kartal burnu, sert bakışıyla, yüce heybetiyle, uzun kaftanıyla üstünde olduğu beyaz atını sürdüğü denizin kenarında durup hırsla baktığı Kostantinapol’e karşı bir an parlayıp o hınçla birden kılıcını çekerek atını hırsla denize doğru süren, sonra da “Ya ben İstanbul’u alırım, ya da İstanbul beni” diye gürleyerek askerlerini şevke getiren Hz. Fâtih'in adanmışlığı, keferenin uzaktan yağdırdığı okların saplanıp delik deşik ettiği vücudunun her bir yerinden yükselen acıya ve kendisine verdiği ızdıraba rağmen “Allahü Ekber” nidalarıyla nasırlı elceğizleriyle tutup güçlükle Topkapı surlarının üzerine diktiği sancağın yanına Bizans askerlerini yaklaştırmayan Ulubatlı Hasan'ın gönüllerde yaktığı ve keferenin bütün dizlerinin bağını çözen zafer meşalesiydi… Bütün bu taşıdığı kutlu neticeler kadar esasen Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye'nin de kuruluş amacıydı İstanbul’un fethi… Zira 1299’da kurulan devlet, “Devlet-i Âliyye-i Muhammediye” olarak anılmış, devletin kurulduğu andan Hz. Fâtih'e kadar her padişah adetâ binbir sabır ve itinayla bu kutlu zaferin bir gün gerçekleşmesi için yol inşa ediyordu. Neticede fetih bir Peygamber müjdesi olduğu için de, tahta geçen her padişahın bu sünnetin izini sürerek özverili emekler vererek fethe giden yol başarıyla inşa edilmiş ve nihayet beklenen feth-i mübin gerçekleştirilmiştir. Dolayısıyla Osmanlı bir “Sünnet Devleti”dir! Dolayısıyla, geliştirdiği medeniyetin adı da “Sünnet Medeniyeti”dir! Peygamber-i Âlişan’a ve sünnetine öylesine derin bir aşkla bağlıdır ki, o aşkla Doğu’dan (Ahlat civarından) kuzeybatıya (Söğüt-Domaniç taraflarına) yürümüş, yerleşik düzene geçer geçmez de bölgenin en güçlü devleti Bizans’a meydan okuya okuya, 1326’da Bursa’yı fethetmiş, 1329’da cereyan eden Pelakanon Savaşı’nda Bizans ordusunu yenerek Üsküdar’a kadar gelmiş, 1331’de İznik’i ele geçirmiş, akabinde Rumeli’ye geçerek (1353) Bizans fethi esnasında Avrupa’dan gelebilecek yardımların yolunu kesmiştir. Dahası var tabii ki… Sultan II. Murad, İstanbul’u kuşatmaları sonuçsuz kalıp, nihayet fethi gerçekleştiremeyeceğini anlayınca,en verimli çağında tahttan feragat etmiş, fetih müjdesi oğlunu (Fatih Sultan Mehmed) 12 yaşında padişah yaparak uzlete çekilmiştir… Zira, Osmanlı’nın nazarında fetih bir “Peygamber emri”dir, icap ederse, bu emri yerine getirmek için tahttan da feragat edilir. Aynı Padişah, besmele ve salât-ü selâmla başladığı vasiyetinde “…Saruhan Vilâyeti’nde bulunan malının gelirinden 3.500 altını Medine fukarasına, 2.500 altını Mescid-i Aksa’ya” bağışlamıştır. Artık son demlerini yaşayan hasta adam Bizans'ın kıymetini bilmediği, hak ettiği değeri vermediği bu şehrin hâl-i pür melâli öyle bir haldeydi ki… İmâni ve insani bir dokunuş özlemiyle yanıp tutuşuyordu adetâ… İşte bu vahim manzarayla şehrin kapılarından içeri beyaz atının üstünde girdiği anda yüreği acıyarak karşılaşan Hz. Fâtih, bu kutlu zafer sonrası en az İstanbul kadar bühtan bir vaziyette olan ve adetâ Bizanslılarca harabeye çevrilmiş, muhteşem mozaiklerinin çoğu yağmalanmış ve bir zamanlar Bizans’ı kurtarmak için İstanbul’a gelen, fakat amacından sapıp Latinlerce yağmalanan ve kubbesinin tepesindeki altın haçın bile çalındığı Ayasofya’nın kubbesine çıkıp Sadi Şirazi’ye atfedilen ve kapısından içeri girdiği andan itibaren mevcut durumuyla yüreğini acıtan İstanbul’un içler acısı halini anlatmak için şu beyiti okumuştu: “Perdedâri mîküned der kasr-ı Kayser ankebût Bûm nevbet mîzened her kubbe-i Efrâsiyâb”   “Kayser’in kasrında örümcek perdedarlık ediyor Efrasiyab’ın sarayında da baykuş nevbet çalıyordu.”   Böylesine bühtan bir vaziyette olan bu şehri ve tabi ki en az onun kadar müşkül durumda olan Ayasofya'yı ihya etmek, bir İslâm beldesi kimliğini taşıyan ve bu kimliği taşıdığı kadar önceki dönemlerdeki izlerini de güçlendirip tarihsel olarak hak ettiği değerine kavuşturarak bir İslâm ve cihan kenti olarak dünyaya yeniden kazandırmak, bunları yaparken İstanbul'un incisi Ayasofya'yı da adetâ diriltmek, Şehr-i İstanbul'u ve Ayasofya'yı ayağa kaldırmak için çok çalışmak gerekiyordu. Bunun için elbette ki şehri fetheden bu muzaffer genç serdara büyük görevler düşüyordu. Bu yüzden de kendi tebaasının desteğinin artarak sürmesi lâzım geliyordu. Bu bağlamda en az Sultan Mehmed Han kadar şehrin fethindeki manevi payı çok büyük olduğu için İstanbul'un manevî fatihi olan Molla Ak Şemsüddin de şu anlamlı fetih konuşmasını gerçekleştirmiştir:   “Ey gaziler!.. Bilin, agâh olun ki, cümleniz hakkında Ahir zaman Peygamberi ol Server-i Kâinat Efendimiz Hazretleri, ‘Onlar ne güzel askerdir’ buyurmuştur. İnşallah cümlemiz mağfuruz. Fakat gaza malını israf etmeyüb Konstantiniyye içinde hayır ve hasenata sarf ve Padişahınıza itaat ve muhabbet ediniz.”   Konuşmasının ardından şanlı talebesinin başına iki çatal ablak sorgucu takmış ve sözlerini “fisebil-illâh mücahid” olması dileğiyle tamamlamıştır: “Bütün Al-i Osman’ın ab-ı ruyu [şerefi, namusu, haysiyeti] oldun. Heman mücahid-i fi sebil-illâh ol!”   Artık yapılacak ilk iş belliydi: Bizanslılarca harabeye çevrilmiş, muhteşem mozaiklerinin çoğu yağmalanmış ve bir zamanlar Bizans’ı kurtarmak için İstanbul’a gelen, fakat amacından sapıp Latinlerce yağmalanan ve kubbesinin tepesindeki altın haçın bile çalındığı Ayasofya ve yaşlı, yorgun yapısıyla imani ve insani bir dokunuş özlemiyle yanıp tutuşan İstanbul yeniden inşa edilecekti.   Nitekim Müverrih Tursun Bey, bir görgü şahidi olarak fethin Ayasofya’sını şöyle anlatmıştır: “Onun rahnesine tas koyacak bir mimar kalmamış, mamur olarak sadece bir kubbesi kalmıştı. Padişah-ı Cihan bu binayı harab ve yebab (yıkık) görünce, ahir harap olmasın deyüp tamirini ve bakımını emretti.”   Mimarlar, kalfalar, işçiler, gece gündüz çalışarak, salı günü fethedilen şehrin en büyük mabedi olan Ayasofya’yı Cuma gününe hazırlamışlardı... Gerekli her türlü değişiklik bu kısa süreye sığmıştı.   1 Haziran 1453’te Ayasofya'daki ilk Ezan-ı Muhammedi okunurken ilk cuma namazı da eda edildi.   Çağına göre müthiş bir hız: İşte Osmanlı'nın da çadırdan çok kısa bir süre içerisinde imparatorluk burcuna terfi edişi bu baş döndürücü hız sayesinde mümkün olmuştur.   Alaca karanlıktan başlayarak mabedin avlusu dolmaya başlıyor. “Feth-i Mübin”i yaşayanlar, ilk cumanın heyecanını da yaşamak için kitleler halinde Ayasofya’ya geliyorlar. Dört koldan ırmaklar Ayasofya’ya akıyor, insan gölü büyüdükçe büyüyor.   Öğleye yakın saatlerde genç Padişah görünüyor. Sağında, solunda hocaları, arkasında vüzera, ümera ve nihayet fetih şanlı kafilesi, gaziler ordusu...   Tekbir sesleri İstanbul’u Müslümanlaştırırken, şanlı ordu, genç, ama imanlı, ihlâslı ve kararlı serdarının arkasında Ayasofya’ya giriyor.   Nihayet ezan... Cumanın ilk sünneti kılındıktan sonra, Ak Şemsüddin-i Velî ağır ağır doğruluyor. Padişah’ın elini tutuyor. Cihanı yerinden kaldırırcasına ayağa kaldırıyor.   Şimdi mürit, mürşidinin kolundadır; birkaç gün öncesine kadar kilise olan bir mabedin içinde Peygamber müjdesinin doruğuna yürüyorlar... Bir anda hıçkırıklar zikre duruyor, dizgini boşalan heyecan şaha kalkıyor, gözler sevinçten ağlarken, gönüller tekbir doluyor.   Sultan İkinci Mehmed Han, artık minberdedir. Her basamağı dualarla döşeyip zirveye yükseliyor. Elinde Peygamber kılıcı, dilinde dua ve zikir... Hıçkırığa benzer sesiyle hutbesine başlıyor: “Elhamdülillah, Elhamdülillah.”   Hutbe bitip minberden indikte, mürşidini imamete geçiriyor ve tam arkasında durup onunla birlikte tekbir alıyor: “Allahüekber!” Kapanan Orta Çağ işte bu tekbirlerle delinmiştir.   Ayasofya'nın ardından sıradaki hedef İstanbul’u imar ve ihya faaliyetlerinin baş döndürücü bir hızla ifa etmekti. Sultan Mehmed, fetihten sonra ilk iş olarak şehri eskisinden daha iyi duruma getirmek için ihya, imar ve iskan faaliyetlerine başladı. Onun bu faaliyetleri sayesinde 1204'te Latinlerin işgaliyle eski parlak günlerini kaybeden İstanbul, dünyanın en şaşalı kentlerinden biri haline geldi.   Fetih gerçekleşmeden önce yapılan hazırlıklardan biri olan Rumeli Hisarı, Sultan Mehmed'in İstanbul'daki ilk eseri olarak kabul edilebilir. Rumeli Hisarı'nın inşası dünyanın en büyük lojistik başarılarından biridir. Kısa sürede sadece surların değil, mahalle, cami, hamam, su yollarının da inşa edildi. Fetih esnasında şehirden kaçanların geri dönmeleri hâlinde, evlerinin tamir edileceğini bildiren Yüce Hakan, surların restorasyonunu ve Yedikule'de müstahkem bir kale yapılmasını emretti. Aynı zamanda şehrin merkezinde, günümüzde İstanbul Üniversitesi'nin bulunduğu yerde bir saray inşa edilmesini buyurdu. Sultan Mehmed Han, fetihten sonra şehrin iskan faaliyetlerini de düzenledi. Anadolu'dan ve Rumeli'den insan getirtti. Boş evler yeni yerleşenlere verildi. Silivri ve Galata halkı İstanbul'a nakledilerek burada yerleştirildi. Daha önce fethedilen şehirlerdeki halkın önde gelen kişilerini, zenginlerini, sanatçılarını ve tüccarların bir kısmını İstanbul'a getirtti. İstanbul'a gelen her grup başka bir mahalleye yerleştirildi, çoğu zaman bu mahalleye eski memleketleri olan şehrin ismi verildi. Fatih'in, malî teşvikleri ve Osmanlı'nın dini hoşgörüsü sayesinde Almanya ve İtalya'dan çok sayıda Yahudi göç etti. Ermeni Patrikliği İstanbul'a taşındı. 1464 yılında Eski Saray inşa edildi. Şehirdeki köprüler ve yollar tamir edildi, kaldırımlar yapıldı. Su kanalları ve su kemerleri tamir edilerek şehrin yeterli suya kavuşturulması sağlandı. Bu arada Topkapı Sarayı'nın da inşasına başlandı ve yapımı 1458'de tamamlandı. Yönetim merkezi haline gelen Topkapı Sarayı, denizden bakıldığında Boğaz'a ve şehre hakim olan Sarayburnu'nda yapıldı. Bu saray şehrin siluetini de şekillendirdi. Saray 70 dönümlük bir arazi üzerine inşa edildi. Fatih Sultan Mehmed, 1459'da İstanbul yakınında Hz. Muhammed'in sahabesi olan Ebu Eyyüb el-Ensari'nin şehit düştüğü yerde bir cami ile bir türbe, medrese ve imaret yaptırdı. Bursa'dan getirilen göçmenler buraya yerleştirildi. Eyüp; Mekke, Medine ve Kudüs'ten sonra İslam dünyasının en önemli bölgesi oldu. Aynı zamanda padişahların önemli taht merasimlerinden biri olan Kılıç Kuşanma törenlerinin merkezi oldu. Büyük Bedesten olarak adlandırılan Kapalı Çarşı'yı 1461 yılında yaptırdı. Bu yapı sayesinde ticari hayatın canlanmasını sağladı. Ayasofya'ya gelir getirmesi için inşa edilen bu yapı, yıllar içinde yeni eklemelerle büyütüldü. Kapalı Çarşı, imparatorluğun en önemli ve karmaşık projelerden birisiydi. Fatih Sultan Mehmed'in imar faaliyetleri ile şehir Türk kimliğine kavuştu. Sultanın hayattayken inşa ettirdiği saraylar, hanlar, kervansaraylar, çarşılar, pazarlar, hamamlar ve medreselerle mamur bir Türk şehri hâline geldi. İmar faaliyetleri sayesinde nüfusu artan ve ticareti canlanan İstanbul eski parlaklığına kavuştu. Fatih Sultan Mehmed Han tarafından İstanbul'un özenle seçilmiş tepelerinden birine inşa ettirilen Fatih Camii, Osmanlı "külliye" kültürünün önemli bir sembolüydü. Çünkü Osmanlılar, bu tür büyük camileri yalnız ibadethane olarak değil; sosyal yaşam içinde yer alan dönemin okulları medreseler, fakirler için yemek dağıtılan imarethaneler, kütüphaneler ve hamamlarla birlikte inşa etmişlerdir. Bu yapı için Sultan Mehmed Han "Memleket camileri içinde bu mabed, vücuda nisbetle bir baş gibidir." dedi. Külliyede 16 adet medrese, darüşşifa (hastane), tabhane (konukevi) imaret (aşevi), kütüphane ve hamam bulunur. Fatih Külliyesi'nin gelirlerinden düzenli olarak her yıl 202.291 akçe fakir ilim adamlarına, onların çocuklarına ve sakat askerlere ödeniyordu. Her gün imarette 3.300 ekmek dağıtılıyor, en az 1.117 kişiye iki çeşit yemek dağıtılıyordu. Sultan Fatih'in imar faaliyetlerine onun izinden giden diğer devlet adamları da destek oldu ve şehrin her bölgesinde vakıflar yoluyla çeşitli müesseseler meydana getirdiler. İstanbul, kamu hizmeti ve dinî gayelerle hareket eden devlet adamları, nüfuzlu ve zengin şahıslar eliyle kurulan vakıf müesseselerinin meydana getirdiği külliyelerle büyüyüp gelişti. Bu dönemde sur içinde 163, Kasımpaşa'da 5, Galata'da 5, Boğaziçi'nde 6 ve Üsküdar'da 5 cami yapıldı. Medrese sayısı ise 21'dir. Ayrıca 32 hamam, 4 saray, 7 aşhane, 10 han ve kervansaray ile 28 çarşı inşa edildi. Fatih döneminden bize kalan birçok semt ve mahalle adı vardır. Vefa, Akşemseddin, Kovacı Dede, Kocamustafapaşa, Defterdar Sinan, Akbıyık, Tokludede, Ya Vedûd, Hızırbey, Saraçhane, İshakpaşa, Kasımpaşa, Mahmutpaşa, Molla Fenari, Molla Gürani, Molla Hüsrev, Mercanağa, Nişancı, Tahtakale... İstanbul'un birçok semti, Fatih dönemi devlet adamlarının ismini taşır. Gedikpaşa, Fatih'in veziriazamı Gedik Ahmed Paşa'nın yaptırdığı hamamdan; Hocapaşa, Fatih'in hocası Hoca Sinanüddin Yusuf Paşa'nın konağından; İshakpaşa, Fatih'in veziriazamlarından İshak Paşa'nın Ahırkapı civarında yaptırdığı camiden; Mahmutpaşa, Fatih'in veziriazamlarından Mahmud Paşa'nın Kapalıçarşı civarında yaptırdığı camiden; Muratpaşa, Fatih'in vezirlerinden Murad Paşa'nın Aksaray civarında yaptırdığı camiden; Nişancı, Fatih'in son veziriazamı Nişancı Karamanî Mehmed Paşa'nın Kumkapı civarında yaptırdığı camiden; Rûmî Mehmed Paşa, Fatih'in veziriazamlarından Rum Mehmed Paşa'nın Üsküdar'da yaptırdığı imaret, medrese ve hamamdan esinlenerek isim verilen semtlerdir. İstanbul'daki birçok yer Fatih zamanından izler taşır. İstanbul'a onun zamanında getirtilerek yerleştirilen Türkler, kendi geldikleri bölgelerin isimlerini iskân edilen bölgelere vermişlerdi: Aksaray, Çarşamba gibi… İşte bu yüzden Ayasofya ve İstanbul, Hıristiyan Bizans’tan çok Müslüman Türk’ün eseridir ve Müslüman Türk sayesinde bugünlere gelebilmiştir. Bu gerçeği Paul Wittek gibi vicdanlı müsteşrikler bile vurgulama gereği duymuşlardır. Wittek şöyle diyor: “Ayasofya’nın, bu muhteşem kilisenin muhafazasını, asırlar görmüş yapının zamanın tahribatına karşı müdafaasını, sırf Türklerin sahip olduğu teknik maharete ve iktisadî kaynaklara borçlu olduğumuzu itiraf edelim.” İşte İstanbul'un fethi yalnızca Sultan Mehmed Han tarafından Konstantin’e İslâm'ın fetih sancağının dikmesinden ibaret değil, aynı zamanda tâbir-i câizse sıfırdan bir şehrin yeniden inşası ve pırıl pırıl yepyeni bir tarih ve medeniyetin inşasıdır. Bu vesileyle Şehr-i İslâmbol'un fethinin 572. sene-i devriyesinin kutlu olmasını Yüce Allah'tan niyaz ediyorum. Başta Sultan Mehmed Han, İstanbul'un manevi fatihi Akşemseddin ve tüm şehitlerimizin ruhları şad, mekanları cennet olsun. Selam ve dua ile…
Ekleme Tarihi: 29 May 2025 - Thursday

Şehr-İ İslâmbol'un Fethi Mübarek Ola…

Mübarek ola…

Ebedi vuslatın gerçekleşmesi mübarek ola…

Köhnemiş Doğu Roma’nın Konstantinopolis'inden mazlumların sığınağı Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye'nin ebedi payitahtı

Konstantiniyye'ye dönüşümün, Justinianos’un çan gürültüleriyle alemi sızlatan katedralinin minarelerinden yükselen ve ruhlara huzur veren Ezan-ı Muhammedi’siyle Osmanlı’nın cihana hükmetmesinin ve buna binaen Türk varlığı ve istiklâlinin de asırlarca teminatı olmuş Ayasofya-i Kebir Cami-i Şerifi Külliyesi'ne dönüşümün, “Haç”ın “Hilâl”e karşı diz çökmesinin, bir çağın kapanıp yepyeni bir çağın açılmasının sembolü olan Şehr-i İslâmbol'un fethinin 572. sene-i devriyesi mübarek ola…

İki Cihan Güneşi Resûl-u Ekrem Peygamber Efendimiz Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.) muştusu olan, köhnemiş moruk Doğu Roma karanlığının yerle yeksan olup yerine bu karanlığın enkazından yolu imân, gazâ, cihad, şeriat, tasavvuf ve itikât meşalesine sarılarak ayak bastığı yerlere medeniyet, imân, adalet götürmenin davâsında olan heyecan dolu genç bir cihan imparatorluğunun dünya gücüne dönüştüğü, gemilerin karadan yürütülmesiyle dünya savaş tarihinde de yeni bir çığır açan bir tarihsel devrim olan bir hadisedir Şehr-i İslâmbol'un fethi…

Bu fetih ki; siyah sakalı, kartal burnu, sert bakışıyla, yüce heybetiyle, uzun kaftanıyla üstünde olduğu beyaz atını sürdüğü denizin kenarında durup hırsla baktığı Kostantinapol’e karşı bir an parlayıp o hınçla birden kılıcını çekerek atını hırsla denize doğru süren, sonra da “Ya ben İstanbul’u alırım, ya da İstanbul beni” diye gürleyerek askerlerini şevke getiren Hz. Fâtih'in adanmışlığı, keferenin uzaktan yağdırdığı okların saplanıp delik deşik ettiği vücudunun her bir yerinden yükselen acıya ve kendisine verdiği ızdıraba rağmen “Allahü Ekber” nidalarıyla nasırlı elceğizleriyle tutup güçlükle Topkapı surlarının üzerine diktiği sancağın yanına Bizans askerlerini yaklaştırmayan Ulubatlı Hasan'ın gönüllerde yaktığı ve keferenin bütün dizlerinin bağını çözen zafer meşalesiydi…

Bütün bu taşıdığı kutlu neticeler kadar esasen Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye'nin de kuruluş amacıydı İstanbul’un fethi… Zira 1299’da kurulan devlet, “Devlet-i Âliyye-i Muhammediye” olarak anılmış, devletin kurulduğu andan Hz. Fâtih'e kadar her padişah adetâ binbir sabır ve itinayla bu kutlu zaferin bir gün gerçekleşmesi için yol inşa ediyordu. Neticede fetih bir Peygamber müjdesi olduğu için de, tahta geçen her padişahın bu sünnetin izini sürerek özverili emekler vererek fethe giden yol başarıyla inşa edilmiş ve nihayet beklenen feth-i mübin gerçekleştirilmiştir.

Dolayısıyla Osmanlı bir “Sünnet Devleti”dir! Dolayısıyla, geliştirdiği medeniyetin adı da “Sünnet Medeniyeti”dir!

Peygamber-i Âlişan’a ve sünnetine öylesine derin bir aşkla bağlıdır ki, o aşkla Doğu’dan (Ahlat civarından) kuzeybatıya (Söğüt-Domaniç taraflarına) yürümüş, yerleşik düzene geçer geçmez de bölgenin en güçlü devleti Bizans’a meydan okuya okuya, 1326’da Bursa’yı fethetmiş, 1329’da cereyan eden Pelakanon Savaşı’nda Bizans ordusunu yenerek Üsküdar’a kadar gelmiş, 1331’de İznik’i ele geçirmiş, akabinde Rumeli’ye geçerek (1353) Bizans fethi esnasında Avrupa’dan gelebilecek yardımların yolunu kesmiştir.

Dahası var tabii ki…

Sultan II. Murad, İstanbul’u kuşatmaları sonuçsuz kalıp, nihayet fethi gerçekleştiremeyeceğini anlayınca,en verimli çağında tahttan feragat etmiş, fetih müjdesi oğlunu (Fatih Sultan Mehmed) 12 yaşında padişah yaparak uzlete çekilmiştir…

Zira, Osmanlı’nın nazarında fetih bir “Peygamber emri”dir, icap ederse, bu emri yerine getirmek için tahttan da feragat edilir.

Aynı Padişah, besmele ve salât-ü selâmla başladığı vasiyetinde “…Saruhan Vilâyeti’nde bulunan malının gelirinden 3.500 altını Medine fukarasına, 2.500 altını Mescid-i Aksa’ya” bağışlamıştır.

Artık son demlerini yaşayan hasta adam Bizans'ın kıymetini bilmediği, hak ettiği değeri vermediği bu şehrin hâl-i pür melâli öyle bir haldeydi ki… İmâni ve insani bir dokunuş özlemiyle yanıp tutuşuyordu adetâ…

İşte bu vahim manzarayla şehrin kapılarından içeri beyaz atının üstünde girdiği anda yüreği acıyarak karşılaşan Hz. Fâtih, bu kutlu zafer sonrası en az İstanbul kadar bühtan bir vaziyette olan ve adetâ Bizanslılarca harabeye çevrilmiş, muhteşem mozaiklerinin çoğu yağmalanmış ve bir zamanlar Bizans’ı kurtarmak için İstanbul’a gelen, fakat amacından sapıp Latinlerce yağmalanan ve kubbesinin tepesindeki altın haçın bile çalındığı Ayasofya’nın kubbesine çıkıp Sadi Şirazi’ye atfedilen ve kapısından içeri girdiği andan itibaren mevcut durumuyla yüreğini acıtan İstanbul’un içler acısı halini anlatmak için şu beyiti okumuştu:

“Perdedâri mîküned der kasr-ı Kayser ankebût

Bûm nevbet mîzened her kubbe-i Efrâsiyâb”

 

“Kayser’in kasrında örümcek perdedarlık ediyor

Efrasiyab’ın sarayında da baykuş nevbet çalıyordu.”

 

Böylesine bühtan bir vaziyette olan bu şehri ve tabi ki en az onun kadar müşkül durumda olan Ayasofya'yı ihya etmek, bir İslâm beldesi kimliğini taşıyan ve bu kimliği taşıdığı kadar önceki dönemlerdeki izlerini de güçlendirip tarihsel olarak hak ettiği değerine kavuşturarak bir İslâm ve cihan kenti olarak dünyaya yeniden kazandırmak, bunları yaparken İstanbul'un incisi Ayasofya'yı da adetâ diriltmek, Şehr-i İstanbul'u ve Ayasofya'yı ayağa kaldırmak için çok çalışmak gerekiyordu. Bunun için elbette ki şehri fetheden bu muzaffer genç serdara büyük görevler düşüyordu. Bu yüzden de kendi tebaasının desteğinin artarak sürmesi lâzım geliyordu. Bu bağlamda en az Sultan Mehmed Han kadar şehrin fethindeki manevi payı çok büyük olduğu için İstanbul'un manevî fatihi olan Molla Ak Şemsüddin de şu anlamlı fetih konuşmasını gerçekleştirmiştir:

 

“Ey gaziler!.. Bilin, agâh olun ki, cümleniz hakkında Ahir zaman Peygamberi ol Server-i Kâinat Efendimiz Hazretleri, ‘Onlar ne güzel askerdir’ buyurmuştur. İnşallah cümlemiz mağfuruz. Fakat gaza malını israf etmeyüb Konstantiniyye içinde hayır ve hasenata sarf ve Padişahınıza itaat ve muhabbet ediniz.”

 

Konuşmasının ardından şanlı talebesinin başına iki çatal ablak sorgucu takmış ve sözlerini “fisebil-illâh mücahid” olması dileğiyle tamamlamıştır: “Bütün Al-i Osman’ın ab-ı ruyu [şerefi, namusu, haysiyeti] oldun. Heman mücahid-i fi sebil-illâh ol!”

 

Artık yapılacak ilk iş belliydi: Bizanslılarca harabeye çevrilmiş, muhteşem mozaiklerinin çoğu yağmalanmış ve bir zamanlar Bizans’ı kurtarmak için İstanbul’a gelen, fakat amacından sapıp Latinlerce yağmalanan ve kubbesinin tepesindeki altın haçın bile çalındığı Ayasofya ve yaşlı, yorgun yapısıyla imani ve insani bir dokunuş özlemiyle yanıp tutuşan İstanbul yeniden inşa edilecekti.

 

Nitekim Müverrih Tursun Bey, bir görgü şahidi olarak fethin Ayasofya’sını şöyle anlatmıştır: “Onun rahnesine tas koyacak bir mimar kalmamış, mamur olarak sadece bir kubbesi kalmıştı. Padişah-ı Cihan bu binayı harab ve yebab (yıkık) görünce, ahir harap olmasın deyüp tamirini ve bakımını emretti.”

 

Mimarlar, kalfalar, işçiler, gece gündüz çalışarak, salı günü fethedilen şehrin en büyük mabedi olan Ayasofya’yı Cuma gününe hazırlamışlardı... Gerekli her türlü değişiklik bu kısa süreye sığmıştı.

 

1 Haziran 1453’te Ayasofya'daki ilk Ezan-ı Muhammedi okunurken ilk cuma namazı da eda edildi.

 

Çağına göre müthiş bir hız: İşte Osmanlı'nın da çadırdan çok kısa bir süre içerisinde imparatorluk burcuna terfi edişi bu baş döndürücü hız sayesinde mümkün olmuştur.

 

Alaca karanlıktan başlayarak mabedin avlusu dolmaya başlıyor. “Feth-i Mübin”i yaşayanlar, ilk cumanın heyecanını da yaşamak için kitleler halinde Ayasofya’ya geliyorlar. Dört koldan ırmaklar Ayasofya’ya akıyor, insan gölü büyüdükçe büyüyor.

 

Öğleye yakın saatlerde genç Padişah görünüyor. Sağında, solunda hocaları, arkasında vüzera, ümera ve nihayet fetih şanlı kafilesi, gaziler ordusu...

 

Tekbir sesleri İstanbul’u Müslümanlaştırırken, şanlı ordu, genç, ama imanlı, ihlâslı ve kararlı serdarının arkasında Ayasofya’ya giriyor.

 

Nihayet ezan... Cumanın ilk sünneti kılındıktan sonra, Ak Şemsüddin-i Velî ağır ağır doğruluyor. Padişah’ın elini tutuyor. Cihanı yerinden kaldırırcasına ayağa kaldırıyor.

 

Şimdi mürit, mürşidinin kolundadır; birkaç gün öncesine kadar kilise olan bir mabedin içinde Peygamber müjdesinin doruğuna yürüyorlar... Bir anda hıçkırıklar zikre duruyor, dizgini boşalan heyecan şaha kalkıyor, gözler sevinçten ağlarken, gönüller tekbir doluyor.

 

Sultan İkinci Mehmed Han, artık minberdedir. Her basamağı dualarla döşeyip zirveye yükseliyor. Elinde Peygamber kılıcı, dilinde dua ve zikir... Hıçkırığa benzer sesiyle hutbesine başlıyor: “Elhamdülillah, Elhamdülillah.”

 

Hutbe bitip minberden indikte, mürşidini imamete geçiriyor ve tam arkasında durup onunla birlikte tekbir alıyor: “Allahüekber!” Kapanan Orta Çağ işte bu tekbirlerle delinmiştir.

 

Ayasofya'nın ardından sıradaki hedef İstanbul’u imar ve ihya faaliyetlerinin baş döndürücü bir hızla ifa etmekti. Sultan Mehmed, fetihten sonra ilk iş olarak şehri eskisinden daha iyi duruma getirmek için ihya, imar ve iskan faaliyetlerine başladı. Onun bu faaliyetleri sayesinde 1204'te Latinlerin işgaliyle eski parlak günlerini kaybeden İstanbul, dünyanın en şaşalı kentlerinden biri haline geldi.

 

Fetih gerçekleşmeden önce yapılan hazırlıklardan biri olan Rumeli Hisarı, Sultan Mehmed'in İstanbul'daki ilk eseri olarak kabul edilebilir. Rumeli Hisarı'nın inşası dünyanın en büyük lojistik başarılarından biridir. Kısa sürede sadece surların değil, mahalle, cami, hamam, su yollarının da inşa edildi.

Fetih esnasında şehirden kaçanların geri dönmeleri hâlinde, evlerinin tamir edileceğini bildiren Yüce Hakan, surların restorasyonunu ve Yedikule'de müstahkem bir kale yapılmasını emretti. Aynı zamanda şehrin merkezinde, günümüzde İstanbul Üniversitesi'nin bulunduğu yerde bir saray inşa edilmesini buyurdu.

Sultan Mehmed Han, fetihten sonra şehrin iskan faaliyetlerini de düzenledi. Anadolu'dan ve Rumeli'den insan getirtti. Boş evler yeni yerleşenlere verildi. Silivri ve Galata halkı İstanbul'a nakledilerek burada yerleştirildi. Daha önce fethedilen şehirlerdeki halkın önde gelen kişilerini, zenginlerini, sanatçılarını ve tüccarların bir kısmını İstanbul'a getirtti.

İstanbul'a gelen her grup başka bir mahalleye yerleştirildi, çoğu zaman bu mahalleye eski memleketleri olan şehrin ismi verildi. Fatih'in, malî teşvikleri ve Osmanlı'nın dini hoşgörüsü sayesinde Almanya ve İtalya'dan çok sayıda Yahudi göç etti. Ermeni Patrikliği İstanbul'a taşındı.

1464 yılında Eski Saray inşa edildi. Şehirdeki köprüler ve yollar tamir edildi, kaldırımlar yapıldı. Su kanalları ve su kemerleri tamir edilerek şehrin yeterli suya kavuşturulması sağlandı.

Bu arada Topkapı Sarayı'nın da inşasına başlandı ve yapımı 1458'de tamamlandı. Yönetim merkezi haline gelen Topkapı Sarayı, denizden bakıldığında Boğaz'a ve şehre hakim olan Sarayburnu'nda yapıldı. Bu saray şehrin siluetini de şekillendirdi. Saray 70 dönümlük bir arazi üzerine inşa edildi.

Fatih Sultan Mehmed, 1459'da İstanbul yakınında Hz. Muhammed'in sahabesi olan Ebu Eyyüb el-Ensari'nin şehit düştüğü yerde bir cami ile bir türbe, medrese ve imaret yaptırdı. Bursa'dan getirilen göçmenler buraya yerleştirildi. Eyüp; Mekke, Medine ve Kudüs'ten sonra İslam dünyasının en önemli bölgesi oldu. Aynı zamanda padişahların önemli taht merasimlerinden biri olan Kılıç Kuşanma törenlerinin merkezi oldu.

Büyük Bedesten olarak adlandırılan Kapalı Çarşı'yı 1461 yılında yaptırdı. Bu yapı sayesinde ticari hayatın canlanmasını sağladı. Ayasofya'ya gelir getirmesi için inşa edilen bu yapı, yıllar içinde yeni eklemelerle büyütüldü. Kapalı Çarşı, imparatorluğun en önemli ve karmaşık projelerden birisiydi.

Fatih Sultan Mehmed'in imar faaliyetleri ile şehir Türk kimliğine kavuştu. Sultanın hayattayken inşa ettirdiği saraylar, hanlar, kervansaraylar, çarşılar, pazarlar, hamamlar ve medreselerle mamur bir Türk şehri hâline geldi. İmar faaliyetleri sayesinde nüfusu artan ve ticareti canlanan İstanbul eski parlaklığına kavuştu.

Fatih Sultan Mehmed Han tarafından İstanbul'un özenle seçilmiş tepelerinden birine inşa ettirilen Fatih Camii, Osmanlı "külliye" kültürünün önemli bir sembolüydü. Çünkü Osmanlılar, bu tür büyük camileri yalnız ibadethane olarak değil; sosyal yaşam içinde yer alan dönemin okulları medreseler, fakirler için yemek dağıtılan imarethaneler, kütüphaneler ve hamamlarla birlikte inşa etmişlerdir. Bu yapı için Sultan Mehmed Han "Memleket camileri içinde bu mabed, vücuda nisbetle bir baş gibidir." dedi. Külliyede 16 adet medrese, darüşşifa (hastane), tabhane (konukevi) imaret (aşevi), kütüphane ve hamam bulunur.

Fatih Külliyesi'nin gelirlerinden düzenli olarak her yıl 202.291 akçe fakir ilim adamlarına, onların çocuklarına ve sakat askerlere ödeniyordu. Her gün imarette 3.300 ekmek dağıtılıyor, en az 1.117 kişiye iki çeşit yemek dağıtılıyordu.

Sultan Fatih'in imar faaliyetlerine onun izinden giden diğer devlet adamları da destek oldu ve şehrin her bölgesinde vakıflar yoluyla çeşitli müesseseler meydana getirdiler.

İstanbul, kamu hizmeti ve dinî gayelerle hareket eden devlet adamları, nüfuzlu ve zengin şahıslar eliyle kurulan vakıf müesseselerinin meydana getirdiği külliyelerle büyüyüp gelişti. Bu dönemde sur içinde 163, Kasımpaşa'da 5, Galata'da 5, Boğaziçi'nde 6 ve Üsküdar'da 5 cami yapıldı. Medrese sayısı ise 21'dir. Ayrıca 32 hamam, 4 saray, 7 aşhane, 10 han ve kervansaray ile 28 çarşı inşa edildi.

Fatih döneminden bize kalan birçok semt ve mahalle adı vardır. Vefa, Akşemseddin, Kovacı Dede, Kocamustafapaşa, Defterdar Sinan, Akbıyık, Tokludede, Ya Vedûd, Hızırbey, Saraçhane, İshakpaşa, Kasımpaşa, Mahmutpaşa, Molla Fenari, Molla Gürani, Molla Hüsrev, Mercanağa, Nişancı, Tahtakale... İstanbul'un birçok semti, Fatih dönemi devlet adamlarının ismini taşır. Gedikpaşa, Fatih'in veziriazamı Gedik Ahmed Paşa'nın yaptırdığı hamamdan; Hocapaşa, Fatih'in hocası Hoca Sinanüddin Yusuf Paşa'nın konağından; İshakpaşa, Fatih'in veziriazamlarından İshak Paşa'nın Ahırkapı civarında yaptırdığı camiden; Mahmutpaşa, Fatih'in veziriazamlarından Mahmud Paşa'nın Kapalıçarşı civarında yaptırdığı camiden; Muratpaşa, Fatih'in vezirlerinden Murad Paşa'nın Aksaray civarında yaptırdığı camiden; Nişancı, Fatih'in son veziriazamı Nişancı Karamanî Mehmed Paşa'nın Kumkapı civarında yaptırdığı camiden; Rûmî Mehmed Paşa, Fatih'in veziriazamlarından Rum Mehmed Paşa'nın Üsküdar'da yaptırdığı imaret, medrese ve hamamdan esinlenerek isim verilen semtlerdir.

İstanbul'daki birçok yer Fatih zamanından izler taşır. İstanbul'a onun zamanında getirtilerek yerleştirilen Türkler, kendi geldikleri bölgelerin isimlerini iskân edilen bölgelere vermişlerdi: Aksaray, Çarşamba gibi…

İşte bu yüzden Ayasofya ve İstanbul, Hıristiyan Bizans’tan çok Müslüman Türk’ün eseridir ve Müslüman Türk sayesinde bugünlere gelebilmiştir. Bu gerçeği Paul Wittek gibi vicdanlı müsteşrikler bile vurgulama gereği duymuşlardır.

Wittek şöyle diyor: “Ayasofya’nın, bu muhteşem kilisenin muhafazasını, asırlar görmüş yapının zamanın tahribatına karşı müdafaasını, sırf Türklerin sahip olduğu teknik maharete ve iktisadî kaynaklara borçlu olduğumuzu itiraf edelim.”

İşte İstanbul'un fethi yalnızca Sultan Mehmed Han tarafından Konstantin’e İslâm'ın fetih sancağının dikmesinden ibaret değil, aynı zamanda tâbir-i câizse sıfırdan bir şehrin yeniden inşası ve pırıl pırıl yepyeni bir tarih ve medeniyetin inşasıdır.

Bu vesileyle Şehr-i İslâmbol'un fethinin 572. sene-i devriyesinin kutlu olmasını Yüce Allah'tan niyaz ediyorum. Başta Sultan Mehmed Han, İstanbul'un manevi fatihi Akşemseddin ve tüm şehitlerimizin ruhları şad, mekanları cennet olsun.

Selam ve dua ile…

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve salihlimanset.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.